11 Mayıs 2011 Çarşamba

Sınıfımda Başka Bir Sınıf Gibiydim.

         Sabah hiç olmadık kadar erken uyandım, her yer karanlık, sokak lambaları bile öldü ölecek ve ben giyinik bir şekilde yatağımda oturuyorum. Liseye başlamamın ilk günü, Van’dan geleli kaç gün olmuş, İstanbul’u bilmiyorum hiç. Saate bakıp duruyorum, dışarıya bakıp duruyorum, Ne karanlık aydınlanıyor nede saat geçebiliyor, ömrümün en uzun birkaç saatini yaşadıktan sonra abimle beraber okulun bahçesinden girdik, abim orada; hadi sınıfına deyip beni bıraktı gitti. Çok yabancı kaldım o anda, bana birkaç beden büyük olan bir beyaz gömlekle ve birkaç beden büyük şalvara benzeyen pantolonla öylece kaldım. Gerçi abim seneye de giyersin demişti alırken.

       Ve sınıfıma girdim, arkadaşlarıma günaydın demeye çekindim, gece boyunca iyi hazırlanmıştım söyleyeceklerime ama olmadı, o ana kadar etrafımda hiç bu kadar fazla Türkçe konuşan olmamıştı ve ben hiçbir zaman bu kadar Kürtçeye uzaklaşmamıştım. Oysa çok iyi Türkçe konuştuğumu düşünüyordum, arkadaşlarımı öyle Türkçeyle haşir neşir görünce bildiklerimi de unuttum sanırım. Sınıfımda kapıda öylece bekledim başka bir sınıf gibi, bana göre bir yer yoktu, tüm sıralara ikişerden oturmuşlardı. Hocanın gelmesini bekledim bende, hoca gelince bir arkadaşım sınıftan çıktı,  onun yerine oturdum ve ilk dersime başlamış oldum. Sınıfta bir tanışma faslı oldu, ben her kesi pür dikkat dinledim ta ki teneffüs zili çalıncaya kadar. Hoca çıktıktan sonra, aynı arkadaş tekrar sınıfa girip direk benim oturduğum sıraya geldi ve bana yerimden kalk dedi. Ben defter kalemimle hocanın gelmesine koyuldum yine, bekledim öylece zilin sesini. Zil çalınca, fazla sürmedi hocanın gelişi, hoca geldiğinde o arkadaşım tekrar sınıftan çıktı ve ben yine orada oturdum, sınıfta yine bir kaynaşma durumu, ikinci dersim olmuştu ve bundan sonrası bir yabancı. İkinci zil çalmasaydı keşke, keşke hiç teneffüs olmasaydı o arada, hoca çıkınca arkadaş sağ olsun yine geldi ve benim sınıfımda olmamasına rağmen ben onun yerinde oturuyorum diye okulumun ilk gününde ki tokadımı yedim ve çok yabancıydım.

         Mazlumu getirin bana hesabına dönüştü o yıl ki halim, yediğim tokatların haddi hesabı yok, çok iyi konuştuğumu sandığım dil çok eksikmiş ve kendimi ifade edemiyorum her şey dağınık hayatımda, arkadaşım yok, benimle konuşan yok, selam veren yok ve ben çok yabancıyım. Türkçeyi en iyi konuşan bendim oysa köyümde, en iyi mektubu okuyan da ve en iyi kitap okuyan da bendim oysa ama ne kitabı, ne mektubu, nede en iyi Türkçeyi ben okuyup konuşamıyormuşum. Söylediğim her kelimede dalgaya alınıyorum, eğlence konusu oluyorum. Bir gün dışarda otururken, sınıfımdan bir arkadaşım geldi, sigaramın olup olmadığını sordu, yok ama alabilirim sana dedim, ilk defa biriyle konuşuyorum ve okullar açılalı 2 Ay olmuş hemen hemen. Arkadaşım bana karşı tebessüm edip tamam deyince, konuşurken zorlandığım Türkçeyle bir şartımın olduğunu söyledim, benimle okulda arkadaşlık edersen alırım dedim ama arkadaşım sıkı pazarlıkçı çıktı. Hayır, öğlenleri de ekmek arası yaptıracaksın dedi, tereddütsüz kabul ettim çünkü: hiç arkadaşım yoktu.

       Artık okulun içinde benim yanımda duran, benimle nadir de olsa konuşan bir arkadaşım oldu, her gün 2 milyon(eski parayla) olan harçlığımın bir kısmıyla sigara, geri kalanıyla da ekmek arası ve ayran alıyordum arkadaşıma, onu çok seviyordum, akşam eve gidince abime bir arkadaşımın olduğunu ve birbirimizi çok desteklediğimizi anlatıyordum. Onun yanında tokat yediğimde hiç araya girmese bile, ben onun her zaman yanındaydım ve okul çıkışları ön kapıdan çıkarken arkadaşlığını bitiriyor olmasına rağmen, ben onu önemsiyordum. Türkçe öğretmenim olan Havva Yüksel, benim durumu biliyordu, hep konuşmak istemesine rağmen ben kaçıyordum ondan. Bir gün beni zorladı ve alıp bir diksiyon kursuna götürdü arkadaşınınmış o yer, ben orada diksiyon eğitimi almaya başladım, fazla sürmeden öğrendim hemen hemen her şeyi ve artık ondan sonra hayatım düzelmeye başladı, konuşuyordum, anlatıyordum ve Ayettullaha ihtiyacım kalmamıştı. Türkçeyi öğrenmiş ve özgüvenimi kazanmıştım.

            Yeni bir süreç başladı bende, tiyatroyla tanıştım, şiir yazdım, kompozisyonlar yazdım, oyunlar çıkardım okulda, yarışmalara hazırlandık ve katıldık. Bir anda her şey değişti bende. Arkadaşlarım var ve okulda birçok kişiyle beraberiz, kahvaltı yapıyoruz beraber, beraber öğle yemeklerine gidiyoruz ve beraber ders çalışıyoruz, oysa kaç Ay öncesine kadar ben yabancıydım orada, konuşamayan, dili kıt hatta tokat yiye birisiydim. Her şey nasılda değişmişti o zaman, keşke eşit olsaydık, yabancı olmasaydım başından bu yana, yabancı görünmeseydim.



Sami.zana.aslan@windowslive.com   

10 Mayıs 2011 Salı

Neden ödüllerini almaya gelmiyorlar da başkasını gönderiyorlar. Gelip ödüllerini alsınlar.





                  Baharın gelişi ile birlikte, bildiğiniz üzere her yerde bahar şenlikleri, festivaller başlıyor. Festival derken bu Ay düzenlenen Bilkent sinema festivaline ve Galasına katıldım. Bu yıl katılmış olduğum festival ve Gala konusunda bence en iyi organizasyon Bilkent Üniversitesi SİNEFET oldu.    

                 Kültür bakanlığından alınmış birkaç tane film ve bu filmleri iki ayrı özelliğe ve zaman dilimine bölmüşler, Gündüz ve Gece. Gündüz olan etkinlik saat 13.00 gibi başlıyor, önce bir kaç tane film gösterime sunuluyor ve filmlerden sonra da bu filmlerin senaristleri ve yapımcılarıyla söyleşi yapılıyor. İkinci kısım ise gece yapılıyor, sadece film ve 00.00 da başlıyor sabah 07.00 sularına kadar devam ediyor aynı zamanda gişelere damgasını vuran filmler var genelde. Çok güzel dört günlük bir organizasyon ve böyle bir organizasyonu yakalamışken bırakmak olmazdı, bende bir günümü verip bekledim, izledim, gördüm. Gündüz olan etkinlikte benim çok hoşuma giden bir film vardı, Büyük Oyun filmi ve ikinci kez izledim. Büyük Oyun filmi; daha önce izlediğimde çok etkilenmiştim ama ikinci kez izlemem bu filmi daha iyi anlamama sebep oldu tabi Avni Özgürel’inde katılımıyla ayrı bir güzelliği oldu benim için, filmden sonra da Avni Özgürel, Ayfer Özgürel ve başrol oyuncusu Suzan Genç söyleşileri oldu. Filmin konusuna, yapım işlerine, işin zorlu ve eğlenceli kısımlarını bir bir anlattılar gençlere. Konudan fazla uzaklaşmadan tekrar filme gelmek istiyorum. Filmde bir ırak kadınını anlatıyor daha doğrusu ırak savaşını bir kadın üzerinde anlatıyor, bir kadının çığlığı, bir kadının feryadı ABD’ye olan öfkesini ve yaşanmış vahşetlere şahit bir kadının gözyaşını anlatıyor, bunu dipnot olarak düşmek istedim ve bence en iyi film ödüllü almaya laik bir film. Festival sonrasında 8 Mayıs’ta bu sinema festivalinin Galası vardı fırsatım varken Galayı da kaçırmayım dedim. Galada en iyi oyuncu, en iyi yönetmen, en iyi erkek ve kadın oyuncu, en iyi komedi film, en iyi müzik derken bu dallara göre de seçilmiş en iyilere ödüller hazırlanmış. En iyi film olarak beklediğim Büyük Oyun içinde yoktu ama işin açıkçası düşündüğüm film oydu neyse Gala gecesinde beklenen birçok sanatçı zaten gelmemişti. Cem Yılmaz, Müjdat Gezen, Halit Akçatepe, Melisa Sözen, Yavuz Turgul, Zülfü Livaneli ve isimleri aklıma gelmeyen birkaç isim daha. Organizasyonu yapan gençler bir araya gelmiş, tartışmış, yorumlamış, düşünmüş bu isimlere laik ödüller hazırlamış ve ödüllerini almaları için davet göndermişler ama ödüllerini almak üzere temsilen başkaları gelmiş hep, bence her ne sebep olursa olsun katılmaları gerekliydi. Sonuç itibarisiyle büyük bir heves ve heyecanla hazırlanmış bir organizasyon ve ilk defa yapmalarına karşı bu gençler çok iyi üstesinden gelmişler buradan da tebrik ediyorum onları. Gençlerin bu heyecanlarına ortak olmaları gerekiyordu ama nedense her kesin adına başka biri gelmiş ödülü almaya, kimin ismi okunsa; aramızda olmamalarından dolayı ödülünü almak üzere falanca kişiyi sahneye davet ediyorum sunumunu dinledik durduk. Katılımlarıyla Tamer Karadağlı, Arzu Balkan ve Ayten Gökçer ödüllerini alırken, gençlerin o heyecanlarına eşlik etmenin bence en büyük sevincini yaşadılar ki olması gereken budur bana göre ve çok büyük bir ilgiyle karşılandılar. Bir üniversite ortamında hazırlanmış olan festival ve bu takım bir organizasyon, festivalde ortaya koyulan başarının en büyük sevinci, sonucunda beklenen katılımlardır diye düşünüyorum

             Ayten Gökçer’in ‘ Neden ödüllerini almaya gelmiyorlar da başkasını gönderiyorlar. Gelip ödüllerini alsınlar’ demesi tamda yeri oldu orada.



sami.zana.aslan@windowslive.com








19 Nisan 2011 Salı

SIRRI SÜREYYA ÖNDER - Türküm doğruyum yorgunum




Başta Danıştay'ın ilgili daire üyeleri olmak üzere, 'Andımız'ı faydalı bulan herkesi günde bir kez yüksek sesle okumaya davet ediyorum.



Dr. Reşit Galip kimdir? 
Rodoslu, eski İttihatçı, Şeyh Sait’i astıran İstiklal Mahkemesi’nin hukukçu olmayan üyesi. 
Atatürk’e kafa tutmuş ve onu Rus lokantacı karı-kocaya İş Bankası’ndan verilecek usulsüz bir krediye aracılık etmekle suçlamış. 
Atatürk onu sofradan kovduğunda “Bu, milletin sofrasıdır; kaldıramazsınız!” diyerek kafa açınca Atatürk sofrayı terk etmiş. Daha sonra onu affettiğinde iki asker çağırıp iskemlesinden kaldırtmış ve mealen “Ahan da biz adamı istersek böyle kaldırtırız” diye aşağılamıştır. 
Birinci Türk Tarih Konferansı’nda Türk ırkının özelliklerini “uzun boylu, uzun beyaz simalı, düz veya kemerli ince burunlu, muntazam dudaklı, çok kere mavi gözlü ve göz kapakları çekik değil, badem gözlü bir ırk” olarak tanımlamış.
Biraz daha ileri giderek “Müslümanlık: Türk’ün milli dini” adlı tezinde, Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. Muhammed’in Türk olduğunu iddia etmiş. 
Prof. Afet İnan ‘Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler’ adlı eserinde onu şöyle anlatıyor: 
“1933 yılının 23 Nisan Çocuk Bayramı idi. O, heyecanla Çankaya Köşkü’ne geldiği vakit, Atatürk’ün yanında bana bir kâğıt uzattı ve şunları anlatmaya başladı. ‘Sabahleyin ilk bayramlaşmayı kızlarımla yaptım. Onlara bir şeyler söylemek istediğim vakit, bir and meydana çıktı. İşte Cumhuriyetimizin 23 Nisan çocuklarına armağanı’ dedi…” 
Adam kızlarına bir 23 Nisan sabahı aşka gelerek yazdığı manzumeyi, daha sonra bütün öğrencilere mecburi olarak okutmak için 1933 yılında bir genelge yayımlatmış. 
1972 yılında, yine bir genelgeyle ‘Andımız’a eklemeler yapılmış. 
Ruhi yapısı şüpheli birinin attığı taşı 78 yıldan beri çoluk çocuğa okutturup duruyoruz. 
Danıştay’a açılan ‘Andımız’ın iptal edilmesi ile ilgili davada, Danıştay Sekizinci Dairesi, “… Yeni nesillere Türk devletinin ve milletinin bir ferdi olma onurunu duymaya ve hazzını yaşatmaya yönelik…” gibi bir gerekçeyle anayasa ve yasa maddelerine aykırılık bulunmadığını ifade etmiş… 
Şimdi olayın ‘ırkçı’ yanını falan bir kenara bırakıyorum ve basit bir teklif yapıyorum. 
Başta Danıştay’ın ilgili daire üyeleri olmak üzere, bu marşı faydalı bulan, bundan bir ‘hazzı yaşatma’ beklentisi içinde olan herkesi günde bir kez yüksek sesle okumaya davet ediyorum. 
İşte Andımız: 
“Türk’üm 
Doğruyum, 
Çalışkanım, 
İlkem; küçüklerimi korumak, 
Büyüklerimi saymak, 
Yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. 
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. 
Ey büyük Atatürk! 
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe, 
Durmadan yürüyeceğime and içerim. 
Varlığım Türk varlığına armağan olsun. 
Ne mutlu Türk’üm diyene!” 
Eğer siz sadece sekiz ay bunu yüksek sesle ‘haz duyarak’ okuyabilirseniz, çoluk çocuk da 8 yıl boyunca her gün okumaya devam edebilir. 
Olay ırkçılık meselesinden daha vahim olarak pedagojik bir sorun olarak düşünülmelidir. 
Vaktinde bir genelgeyle konulmuş, bir genelgeyle de kaldırın gitsin... 
Kendinize reva görmediğiniz şeyleri çocuğunuza da görmeyin. 
Yıldırım Türker’in dediği gibi “And içireceğinize süt içirmenin yollarını bulmaya çalışın.”

18 Nisan 2011 Pazartesi

Bir yaş.

Bir damla arar durursun kendine bakamayan gözlerinde,
Ya yağarsa umudunun üstüne! tedirgin kalırsın.
Ucuna değer belki de sadece kirpiklerinin,
Doğar mı bilemezsin gözlerinin mercan zeresine..
Beyaz zereler dadanır sanırsın yüreğinin dipsiz bucaksız köşelerine..
s.z.a

17 Nisan 2011 Pazar

Mutluyum…


                             Günlerden okulların başladığı bir gündü ve ben toplu taşıma araçlarında kâhyalık yapıyordum, o gün Büyükşehir Belediyesi; benim işime yarayan bir gün olarak ilan edip, ücretsiz taşıma başlattı. Okul açılışının ilk 3 günün ücretsiz olmasından kaynaklı evde yatma fırsatı yakalamıştım ve evde otururken! hep sabah erken uyanıp, işe gitmenin ve hep 17 saat çalışma zorunluluğumdan kaynaklı eve geç gelmemin, beni, hep akşam yemeği ve sabah kahvaltısında mahrum bırakıyordu. O güne başlarken; sabah erken uyanmanın, bana vermiş olduğu alışkanlıktan dolayı, ben o günde, yine bir önceki gün ve hep uyanmak zorunda kaldığım o saatte uyanıp yatamadım. O sabah kahvaltı hazırladım kendime, hem kendime hem de bizimkilere, bizimkilerin kahvaltı için uyanmalarını beklerken, oturup düşündüm, ne güzel bir tarafı vardı evde kalmanın ve kahvaltı kokusunun. Fazla değil, bir kaç gün sonra tekrar başlayacaktı iş, bunun tadını çıkarmam lazımdı. Ne yapayım ne edeyim diye düşünürken, aslında işten yorulduğumu ve bu işin beni mutlu etmediğini gördüm. Çünkü özlüyordum, en basitinden kahvaltı kokusunu ve akşam yemeğinin ekmek bandırma durumunu, aynı zamanda kitap okumayı ve bir şeyler yazmayı özlüyordum, işin yoğunluğu buna müsaade etmiyordu ne yazık ki ve başladım başka bir iş planını kurmayı, ne yapabilirim diye düşünürken, kendi mesleğime yönelmem gerektiğini düşündüm. Yani eğitim aldığım ve bunun için çaba sarf ettiğim Tiyatro...
                             Hemen benimle birlikte başlayan arkadaşlarımla irtibata geçip, toparlanmamız gerektiğini söyledim ve bir şeyler yapılmalı dedim. Dostum; Devrim Horlu'yla bir plan yaptık. Plan; kendi yerimizi kurmak ve bunun için bıraktığımız yerden devam etmek. Başladık yer aramaya, fazla geçmeden bulduk bir yer ve ilk provalarımızı almaya başladık.  Artık bir yerimiz vardı! KAST (Kadıköy sanat tiyatrosu) Tiyatrosuyla beraber, aynı sahneyi farklı zamanlarda kullanmaya başladık ve oyunlarımızı çıkardık oradan, artık 17 saat çalışmak zorunda kaldığım işim yoktu, getirisi olan bir işimde yoktu ama beni mutlu eden bir uğraşım vardı. Sanatım ve buna verdiğim değerin, ne denli güçlü ve denli büyüleyici yanı olduğunu gördüğüm bir hayatım vardı...
                             Ne yazık ki Tiyatro; bizimkilerin anlamadığı yabancı bir dil gibiydi. O devasa olan kâhyalık işi bıraktığımdan dolayı, bana tavırlı olan abilerim, Tiyatroda ki işime engel olup olup durdular. Bu seferde geri dönemezdim. Çünkü kişiliğim zedeleniyordu duraklarda, argo konuşmaya, bağırmaya, kavga etmeye ve insanlarla ağız dalaşı yapmaya başlıyordum, dönemezdim ben tekrardan oraya.  Ne yapmam gerektiğini düşünüp, kafa yorduğum sıralarda, gazete ilanlarına bakmaya başladım. Bir ilan gördüm; 'Gazetede çalışmak üzere muhabir ve reklamcılar aranıyor!' Hiç zaman kaybetmeden aradım ve talebim alındı. İş görüşmesine gittim, işi aldım. Aynı zamanda Gazetenin henüz G'sinden anlamayan ben, bir muhabir olarak çalışmaya başladım orada. Hemen bir fotoğraf makinesi ve ses kayıt cihazı alarak işime başladım ama işimden anlamıyordum ne yazık ki, azimliydim ama yetmiyordu. Haber konusunda, yaptığım her haberi; 10 20 sefer yazıp silmekle, anca bir haber niteliği taşıyordu. Öte yandan da yürüttüğüm ve yürütebildiğim kadarı artık,  Devrim arkadaşımla Tiyatroyu da yönetmeye çalışıyoruz. Bazen oluyor, bazen olmuyor ama mutluydum, sevdiğim şeylerle uğraşıyordum, işime aşık olmuştum, fotoğraf makinesine, ses kayıt cihazına. Her yerde haber çıkaracak, dişli bir gazeteci gibi durmaya çalışıyor olsam da, tam da o yeteneklere sahip bir gazeteci olamamıştım ne yazık ki. Eksiklerim çoktu ama profesyonel görünmeye çalışıyordum her seferinde. Mutluydum ama eksiklerim vardı ve bunları tamamlamaya karar verdim sonrada. Bunun için eğitim almam gerekiyordu, aynı zamanda askerlik yaklaşmıştı ama daha yeni ısınmıştım işime gitmek olmazdı. ÖSS sınavına hazırlanmaya karar verdim, başladım ÖSS’ye hazırlanmaya, sınava girdim ve kazandım, istediğim, beğendiğim bir bölüm olmasa da kamu yönetimi, şuan onu okuyorum ve çoğu yerde eksiklerimi tamamlamaya yetiyor bile, daha iyiye dedim kendime, uğraşlarımla mutlu olmak adına, hayatıma vermek istediğim; bir noktayla, bir kaç nokta birlikte geldi. Sevdiğim ve buna çabaladığım şeyler şuan benim elimde, isteklerim, azmim beni bunu kazanmama neden oldu. Mutluyum sanırım şimdi, evet mutluyum...