19 Nisan 2011 Salı

SIRRI SÜREYYA ÖNDER - Türküm doğruyum yorgunum




Başta Danıştay'ın ilgili daire üyeleri olmak üzere, 'Andımız'ı faydalı bulan herkesi günde bir kez yüksek sesle okumaya davet ediyorum.



Dr. Reşit Galip kimdir? 
Rodoslu, eski İttihatçı, Şeyh Sait’i astıran İstiklal Mahkemesi’nin hukukçu olmayan üyesi. 
Atatürk’e kafa tutmuş ve onu Rus lokantacı karı-kocaya İş Bankası’ndan verilecek usulsüz bir krediye aracılık etmekle suçlamış. 
Atatürk onu sofradan kovduğunda “Bu, milletin sofrasıdır; kaldıramazsınız!” diyerek kafa açınca Atatürk sofrayı terk etmiş. Daha sonra onu affettiğinde iki asker çağırıp iskemlesinden kaldırtmış ve mealen “Ahan da biz adamı istersek böyle kaldırtırız” diye aşağılamıştır. 
Birinci Türk Tarih Konferansı’nda Türk ırkının özelliklerini “uzun boylu, uzun beyaz simalı, düz veya kemerli ince burunlu, muntazam dudaklı, çok kere mavi gözlü ve göz kapakları çekik değil, badem gözlü bir ırk” olarak tanımlamış.
Biraz daha ileri giderek “Müslümanlık: Türk’ün milli dini” adlı tezinde, Hz. İbrahim, Hz. İsmail ve Hz. Muhammed’in Türk olduğunu iddia etmiş. 
Prof. Afet İnan ‘Atatürk Hakkında Hatıralar ve Belgeler’ adlı eserinde onu şöyle anlatıyor: 
“1933 yılının 23 Nisan Çocuk Bayramı idi. O, heyecanla Çankaya Köşkü’ne geldiği vakit, Atatürk’ün yanında bana bir kâğıt uzattı ve şunları anlatmaya başladı. ‘Sabahleyin ilk bayramlaşmayı kızlarımla yaptım. Onlara bir şeyler söylemek istediğim vakit, bir and meydana çıktı. İşte Cumhuriyetimizin 23 Nisan çocuklarına armağanı’ dedi…” 
Adam kızlarına bir 23 Nisan sabahı aşka gelerek yazdığı manzumeyi, daha sonra bütün öğrencilere mecburi olarak okutmak için 1933 yılında bir genelge yayımlatmış. 
1972 yılında, yine bir genelgeyle ‘Andımız’a eklemeler yapılmış. 
Ruhi yapısı şüpheli birinin attığı taşı 78 yıldan beri çoluk çocuğa okutturup duruyoruz. 
Danıştay’a açılan ‘Andımız’ın iptal edilmesi ile ilgili davada, Danıştay Sekizinci Dairesi, “… Yeni nesillere Türk devletinin ve milletinin bir ferdi olma onurunu duymaya ve hazzını yaşatmaya yönelik…” gibi bir gerekçeyle anayasa ve yasa maddelerine aykırılık bulunmadığını ifade etmiş… 
Şimdi olayın ‘ırkçı’ yanını falan bir kenara bırakıyorum ve basit bir teklif yapıyorum. 
Başta Danıştay’ın ilgili daire üyeleri olmak üzere, bu marşı faydalı bulan, bundan bir ‘hazzı yaşatma’ beklentisi içinde olan herkesi günde bir kez yüksek sesle okumaya davet ediyorum. 
İşte Andımız: 
“Türk’üm 
Doğruyum, 
Çalışkanım, 
İlkem; küçüklerimi korumak, 
Büyüklerimi saymak, 
Yurdumu, milletimi özümden çok sevmektir. 
Ülküm; yükselmek, ileri gitmektir. 
Ey büyük Atatürk! 
Açtığın yolda, gösterdiğin hedefe, 
Durmadan yürüyeceğime and içerim. 
Varlığım Türk varlığına armağan olsun. 
Ne mutlu Türk’üm diyene!” 
Eğer siz sadece sekiz ay bunu yüksek sesle ‘haz duyarak’ okuyabilirseniz, çoluk çocuk da 8 yıl boyunca her gün okumaya devam edebilir. 
Olay ırkçılık meselesinden daha vahim olarak pedagojik bir sorun olarak düşünülmelidir. 
Vaktinde bir genelgeyle konulmuş, bir genelgeyle de kaldırın gitsin... 
Kendinize reva görmediğiniz şeyleri çocuğunuza da görmeyin. 
Yıldırım Türker’in dediği gibi “And içireceğinize süt içirmenin yollarını bulmaya çalışın.”

18 Nisan 2011 Pazartesi

Bir yaş.

Bir damla arar durursun kendine bakamayan gözlerinde,
Ya yağarsa umudunun üstüne! tedirgin kalırsın.
Ucuna değer belki de sadece kirpiklerinin,
Doğar mı bilemezsin gözlerinin mercan zeresine..
Beyaz zereler dadanır sanırsın yüreğinin dipsiz bucaksız köşelerine..
s.z.a

17 Nisan 2011 Pazar

Mutluyum…


                             Günlerden okulların başladığı bir gündü ve ben toplu taşıma araçlarında kâhyalık yapıyordum, o gün Büyükşehir Belediyesi; benim işime yarayan bir gün olarak ilan edip, ücretsiz taşıma başlattı. Okul açılışının ilk 3 günün ücretsiz olmasından kaynaklı evde yatma fırsatı yakalamıştım ve evde otururken! hep sabah erken uyanıp, işe gitmenin ve hep 17 saat çalışma zorunluluğumdan kaynaklı eve geç gelmemin, beni, hep akşam yemeği ve sabah kahvaltısında mahrum bırakıyordu. O güne başlarken; sabah erken uyanmanın, bana vermiş olduğu alışkanlıktan dolayı, ben o günde, yine bir önceki gün ve hep uyanmak zorunda kaldığım o saatte uyanıp yatamadım. O sabah kahvaltı hazırladım kendime, hem kendime hem de bizimkilere, bizimkilerin kahvaltı için uyanmalarını beklerken, oturup düşündüm, ne güzel bir tarafı vardı evde kalmanın ve kahvaltı kokusunun. Fazla değil, bir kaç gün sonra tekrar başlayacaktı iş, bunun tadını çıkarmam lazımdı. Ne yapayım ne edeyim diye düşünürken, aslında işten yorulduğumu ve bu işin beni mutlu etmediğini gördüm. Çünkü özlüyordum, en basitinden kahvaltı kokusunu ve akşam yemeğinin ekmek bandırma durumunu, aynı zamanda kitap okumayı ve bir şeyler yazmayı özlüyordum, işin yoğunluğu buna müsaade etmiyordu ne yazık ki ve başladım başka bir iş planını kurmayı, ne yapabilirim diye düşünürken, kendi mesleğime yönelmem gerektiğini düşündüm. Yani eğitim aldığım ve bunun için çaba sarf ettiğim Tiyatro...
                             Hemen benimle birlikte başlayan arkadaşlarımla irtibata geçip, toparlanmamız gerektiğini söyledim ve bir şeyler yapılmalı dedim. Dostum; Devrim Horlu'yla bir plan yaptık. Plan; kendi yerimizi kurmak ve bunun için bıraktığımız yerden devam etmek. Başladık yer aramaya, fazla geçmeden bulduk bir yer ve ilk provalarımızı almaya başladık.  Artık bir yerimiz vardı! KAST (Kadıköy sanat tiyatrosu) Tiyatrosuyla beraber, aynı sahneyi farklı zamanlarda kullanmaya başladık ve oyunlarımızı çıkardık oradan, artık 17 saat çalışmak zorunda kaldığım işim yoktu, getirisi olan bir işimde yoktu ama beni mutlu eden bir uğraşım vardı. Sanatım ve buna verdiğim değerin, ne denli güçlü ve denli büyüleyici yanı olduğunu gördüğüm bir hayatım vardı...
                             Ne yazık ki Tiyatro; bizimkilerin anlamadığı yabancı bir dil gibiydi. O devasa olan kâhyalık işi bıraktığımdan dolayı, bana tavırlı olan abilerim, Tiyatroda ki işime engel olup olup durdular. Bu seferde geri dönemezdim. Çünkü kişiliğim zedeleniyordu duraklarda, argo konuşmaya, bağırmaya, kavga etmeye ve insanlarla ağız dalaşı yapmaya başlıyordum, dönemezdim ben tekrardan oraya.  Ne yapmam gerektiğini düşünüp, kafa yorduğum sıralarda, gazete ilanlarına bakmaya başladım. Bir ilan gördüm; 'Gazetede çalışmak üzere muhabir ve reklamcılar aranıyor!' Hiç zaman kaybetmeden aradım ve talebim alındı. İş görüşmesine gittim, işi aldım. Aynı zamanda Gazetenin henüz G'sinden anlamayan ben, bir muhabir olarak çalışmaya başladım orada. Hemen bir fotoğraf makinesi ve ses kayıt cihazı alarak işime başladım ama işimden anlamıyordum ne yazık ki, azimliydim ama yetmiyordu. Haber konusunda, yaptığım her haberi; 10 20 sefer yazıp silmekle, anca bir haber niteliği taşıyordu. Öte yandan da yürüttüğüm ve yürütebildiğim kadarı artık,  Devrim arkadaşımla Tiyatroyu da yönetmeye çalışıyoruz. Bazen oluyor, bazen olmuyor ama mutluydum, sevdiğim şeylerle uğraşıyordum, işime aşık olmuştum, fotoğraf makinesine, ses kayıt cihazına. Her yerde haber çıkaracak, dişli bir gazeteci gibi durmaya çalışıyor olsam da, tam da o yeteneklere sahip bir gazeteci olamamıştım ne yazık ki. Eksiklerim çoktu ama profesyonel görünmeye çalışıyordum her seferinde. Mutluydum ama eksiklerim vardı ve bunları tamamlamaya karar verdim sonrada. Bunun için eğitim almam gerekiyordu, aynı zamanda askerlik yaklaşmıştı ama daha yeni ısınmıştım işime gitmek olmazdı. ÖSS sınavına hazırlanmaya karar verdim, başladım ÖSS’ye hazırlanmaya, sınava girdim ve kazandım, istediğim, beğendiğim bir bölüm olmasa da kamu yönetimi, şuan onu okuyorum ve çoğu yerde eksiklerimi tamamlamaya yetiyor bile, daha iyiye dedim kendime, uğraşlarımla mutlu olmak adına, hayatıma vermek istediğim; bir noktayla, bir kaç nokta birlikte geldi. Sevdiğim ve buna çabaladığım şeyler şuan benim elimde, isteklerim, azmim beni bunu kazanmama neden oldu. Mutluyum sanırım şimdi, evet mutluyum...